Nefs ile Nefes
Kalu
Bela’da başladı her şey. Yaradan sordu, ‘Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?’ Kullar hep bir ağızdan, ‘Evet, bizim Rabbimiz
sensin,’ dediler. Ardından vakitleri gelince her biri bir bedene
büründü.
Küçücük
bir fasulye tanesi büyük bir hikmetle büyüyüp gelişti. Daha
doğmadan önce anne babanın tüm hazırlıkları yapması gibi
Yaradan da kulunu göndermeden onun tüm rızkını hazırlamıştı.
Büyümeye
başladı bebek. Cennetin o masum varlığı ‘bu benim’ dediği
an uzaklaştı geldiği topraklardan. Çünkü ‘ben’ diye
bir şey yoktu. Ben, aslında nefsti. Ve bebek, artık dünyaya
aitti.
Yavaş
yavaş gelişmeye başladı. Yürüdü, koştu. Yaradan onun için
tüm kanıtları bırakmıştı. İstediği yalnızca bu ipuçlarını
takip edip ona gelmesiydi.
Öyle
de oldu. Ailesinin yanında onlardan öğrendikleriyle tanıdı
Rabbini. Daha çok sarıldı ona. Öğrendiği birkaç duayı
mırıldanmadan uyuyamaz oldu. Namaz hoşuna gitti. Çünkü ailesi
yapıyordu. O da yapmalıydı.
Biraz
daha büyüdü. Artık yavaş yavaş çevresinin farkına varmaya
başladı. Sadece o yoktu dünyada. Ondan başka milyarlarca insan
vardı. Sorular birikmeye başladı aklında. Sorgulamaya başladı.
Sırf ailesi söyledi diye yapmak istemiyordu artık.
Biraz
daha büyüdüğünde sorgulamalarına yeterli yanıtları alamayınca
kendini tümüyle çekti ait olduğu yerlerden. Dünyevi hazlar ona
daha ilgi çekici gelmişti. Özgürdü artık. İbadet etme
zorunluluğunda hissetmiyordu kendini. Çünkü o istememişti buraya
gelmeyi. Eğer gönderildiyse de tüm zevkleri tatmak istiyordu.
Eski
huzurunu, sahte cennetlerde aramaya başladı. Çok hoşuna gitti.
Mutluydu ve en önemlisi de prangalarından tümüyle kurtulmuştu.
En azından o, böyle zannediyordu. Asıl zincirleri vücuduna
doladığından habersizdi.
Çok
zaman geçmedi. Bir boşluk hissetti yüreğinde. Bir şeyler
eksikti. Ruhu tam değildi. Aşık olmak istiyordu. Çünkü ancak o
zaman varlığını bulabileceğine inanıyordu. Kul, kula kafi
miydi?
Aşık
oldu. Ya da öyle adlandırdı. Onun için ölebilirdi ne de olsa.
Mutluluk
sarhoşluğu oldukça kısa sürdü. Ardından başladı haram
sevdaların o çetrefilli yolları. Çok geçmeden eskisine oranla
daha büyük bir boşluk hissetti. Aradığının kula duyulan aşk
olmadığını geç de olsa anlamıştı.
Yorgundu.
Düşünceleri karışmış, nereye gideceğini şaşırmıştı.
Depresyona
girdi. Modern çağın hastalığı. Yanlış yerde yanlış şeyleri
arayan ruhlar, mutlaka bu dipsiz çukurun içinde bulurlardı
kendilerini.
Hiçbir
şeyden zevk alamaz oldu. Yediği yemeğin odundan, içtiği suyun
çamurdan farkı yoktu. Yeni eğlencelerle kendini avutmaya çalıştı.
Şekilden şekle girdi insanlara mutlu gözükmek için.
Fotoğraflarda
daima gülümsedi mesela. Çektiği videolarda kahkahaları yeri göğü
inletiyordu. Ancak kimse bilmiyordu kendi cehenneminin kaçıncı
katında olduğunu. Dipten bir öncesindeydi. Aşağısı da
intihardı zaten. Düşünmüyor da değildi. Ancak bir şey
engelliyordu onu.
Bir
günün sabahında bir ses dokunduğu kulağına. Önünden geçtiği
dergahtan geliyordu.
Bıyıkları
yeni terlemeye başlamış genç bir delikanlıydı. Dergahın
bahçesindeki banklardan birine oturmuş, el pençe divan kaptırmıştı
kendini sözlere.
Kişi
aşık olmak gerek
Maşukunu
bulmak gerek
Aşk
oduna yanmak gerek
Ayruk
o da yanmaz ola
Daha
önce o da aşık olmuştu. Onun nasıl hissettiğini biliyordu.
Kendini yanık sesli delikanlıya çekilirken buldu.
Delikanlı
susmuştu. Davetsiz misafirinin farkındaydı sanki.
“Merhaba,”
dedi adam çekinerek.
Delikanlı
gözlerini araladı. Şöyle bir baktı.
Kovulacağını
sandı ilk önce. Rahatsız etmemeliydi başka insanları.
Tam
bir adım geri gideceği sırada yanık sesli delikanlı ayağa
kalktı ve kollarını iki yana kocaman açarak sımsıkı sarıldı
ona. “Hoş geldin,” dedi. “Buyur gel otur. Ben de erken
geldiğimi sanmıştım.”
Omuzuna
dokunan delikanlının elinin sıcaklığını hissederken kendisini,
bu dergaha gelen diğer insanlardan biri sandığını anladı. Ancak
kusursuzca ütülenmiş takım elbisesi, boynunun yarısını ve
parmak boğumlarını kaplayan dövmelerini görmemiş olmasının
imkanı olmadığını düşündü. Burası gerçekten de dergah
mıydı? Sarıklı amcalar, iki büklüm teyzeler olmaz mıydı
burada?
Genç
delikanlı çok sıcak bir şekilde sohbet ediyordu onunla. “Sen de
mi onu arıyorsun?”
“Kimi?”
“Varlığını.”
Omuz
silkti. Onu aramayı uzun zaman önce bırakmıştı. “Sadece aşk
şarkını duydum. Sesin gerçekten çok güzel.”
Mütevazı
bir gülümseme yüzüne oturdu. Dergahtan biri sandığı adamın
buradan olmadığını anladı. Şarkı ifadesini düzelterek arada
bir uçurum açmak istemiyordu. Bu adam bugün karşısına çıktıysa
Yaradan’ın mutlaka bir bildiği vardı. “Daha önce aşık oldun
demek.” Delikanlının yüzündeki huzur ifadesi, gözlerinin
değdiği her yeri çiçeklendiriyordu.
“Evet.”
“Peki
hala aşık mısın?”
“Hayır
tabi ki. İlişkimiz iyi gitmedi.”
“Peki
sence bu aşk mıydı?”
“Anlamadım.”
“Aşk,
bu kadar basit midir?”
Adam
bir an duraksadı. “Sanırım değildir.”
“Fani
ruha duyulan aşk da fanidir. Önemli olan ezeli ve ebediye duyulan
aşktır. Zira böylesi büyük bir kelime ancak ona yakışır.”
“Peki
benim hissetiklerim neydi?”
Delikanlı,
yetmiş yaşındaki bir bilge edasıyla tebessüm etti. “Sen
yalnızca bir arayış içerisindeydin. Çünkü ruhun, çok daha
güçlü bir şeye dayanmak istiyordu. Vücudun nefes alması gibidir
ruhun Yaradan’a ihtiyaç duyması.”
Adamın
kalbi hızla çarpmaya başladı. “Peki ya inanmıyorsam?”
“Bir
Yaratıcı olduğuna mı?”
Adam
başını salladı.
“Etrafında
bu kadar delil varken inanmamak akıl karı mı sence?”
Ağzını
açıp konuşacağı sırada daha önce arkadaş ortamlarında
savunduğu tüm tanrıtanımaz düşünceler bir anda mantıksız ve
saçma gelmişti.
Aşksızlara
verme öğüt
Öğüdünden
alır değil
Delikanlının
sesi yeniden yüreğine dokundu.
“Kimin
şiirleri bunlar?”
“Yunus
Emre.” Delikanlı bir an durdu. “Biliyor musun? Yunus Emre de
senin gibiymiş. O da aşkı aramış durmuş. En sonunda da bulmuş.”
“Nerede?”
Delikanlı
elini kaldırıp adamın kalbine götürdü. “Burada.”
“Peki
bulduğunda, onu bulduğunu nasıl anlamış?”
“Ruh
iyi kullanılırsa bir pusuladır. Ruhun en büyük yardımcısı ise
görmektir. O’nu görmektir. Bir karıncanın sırtındaki ekmek
parçasında, uçan martının kanatlarında, denizin içinde süzülen
balığın solungaçlarında, bebeğin ilk doğduğu andaki
ağlamalarında, bir ağacın tomurcuğunda, rüzgarın dokunuşunda,
güneşin ısıtışında... O her yerde. Görmek istersen gözlerin
kapalı dahi olsa onu bulursun. Çünkü aslında sen O’sun.”
Adam
derin bir nefes aldı. Delikanlının söylediği tüm sözler
kaldırımların aralarında biten çiçekler gibi hayat buldu
yüreğinde. Gözlerini yavaşça kapattı. Hafif meltem esintisi tüm
vücudunu okşayıp geçti. O okşamıştı sanki.
“Misafirimiz
mi var?”
Dergahın
kapısında bir anda beliren gençlerin sesiyle irkilip gözlerini
açtı.
Delikanlı
hiçbir şey söylemedi. Yalnızca tebessüm etti.
“Sanırım
burası için biraz yaşlıyım.” dedi adam. Gelenlerin yaş
ortalaması kendi yaşından küçük gibi görünüyordu.
“İnsanın
O’nu arayışı her nefestir. Ruhun özü O’ndan ibarettir. O öze
ulaşmak için hiçbir an geç değildir. Yunus seçilmiş örnek bir
kuldu. Ve bizlerse tasavvuf evreninde kendi yolumuzu bulmaya çalışan
bir avuç genciz. Seni de aramızda görmekten mutluluk duyarız.”
Işık,
karanlık var olduğu için güzeldi. Gözyaşı mutluluğun
tamamlayıcısıydı. Yaşam, ölümle yan yanaydı. Ve adam, tüm
bunlar için hazırdı. Tam kalkmak üzereydi ki yine onun sesini
duydu.
Takmış
kudret kılıcını, çalmış nefsin boynuna
Nefsini
tepelemiş, elleri kan içinde.
Emeğinize sağlık 🤲
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. :)
Sil