Sineklerin Tanrısı | William Golding (Kitap İncelemesi #2)
Öncelikle bir özür ile başlamak istiyorum. Normalde bir programım var. Pazartesi günleri daima kitap incelemesi yayınlayacaktım ancak dün eve geç gelmek zorunda kaldım. Bu rağmen bilgisayarın karşısına geçip yazdım ancak paylaşamadım çünkü internetimde bir sorun vardı. Biliyorum bütün bunlar sadece bahane, daha özverili davranmalıydım ve bunun için hepinizden özür diliyorum. Böyle bir şeyin bir daha olmaması için elimden geleni yapacağım.
Hadi, daha fazla gecikmeden başlayalım o zaman.
Not: Öncelikle söylemem gerekirse, alt metni çok güçlü bir roman. O yüzden bazı şeyleri daha iyi anlatabilmek için olay örgüsünün bazı kısımlarından bahsetmek zorunda kaldım. Bunu spoiler olarak düşünmeyin lütfen. Kitabı okumak isterseniz bu yazı, bir giriş niteliğinde olacak sizin için. Böylece sürekli olarak neyin ne olduğunu çözmeye çalışmak yerine kendinizi, her şeyi bilerek kitabın akışına bırakacaksınız.
Hadi, daha fazla gecikmeden başlayalım o zaman.
Not: Öncelikle söylemem gerekirse, alt metni çok güçlü bir roman. O yüzden bazı şeyleri daha iyi anlatabilmek için olay örgüsünün bazı kısımlarından bahsetmek zorunda kaldım. Bunu spoiler olarak düşünmeyin lütfen. Kitabı okumak isterseniz bu yazı, bir giriş niteliğinde olacak sizin için. Böylece sürekli olarak neyin ne olduğunu çözmeye çalışmak yerine kendinizi, her şeyi bilerek kitabın akışına bırakacaksınız.
Sineklerin Tanrısı, az buçuk gelecekte geçiyor. Az buçuk diyorum çünkü gelecek bir savaştan kaçan çocuklardan bahsetse de, yaşananların zaten şimdiye yaşanmış veya yaşanıyor olduğunu göreceksiniz.
Yaşları altı ile on iki arasında değişen çocuklar, üçüncü dünya savaşından kurtarılmak üzere bir uçağa bindiriliyor. Bu uçağın bir adaya düşmesiyle başlıyor tüm hikayemiz.
Ralph
ve Domuzcuk, sahneye adımlarını atan, bize kendilerini gösteren
ilk çocuklar oldular. Ralph, pek öyle olmasa da ilk olarak bize,
uçarı bir çocuk olarak göründü. Adaya düştüğü ve tepesinde
büyükler olmadığı için oldukça mutluydu.
Domuzcuk
ise, -gerçek adını bilmiyoruz, sınıfta ona bu lakabı takmışlar-
aklı başında, şişman bedenine, kör olmuşçasına dereceli
gözlerine ve şivesine rağmen oldukça idealist ve zeki bir
çocuktur. Ancak ne kadar zeki ve doğru cümleler kurarsa kursun,
dış görünüş olarak toplumun geneline hitap etmediği için çoğu
zaman dikkate alınmaz. Günümüzdeki çoğu şeyin karakter bulmuş
hali değil mi sizce de?
Bir
diğer yanda ise Jack var. Doğuştan lider görünümlü, otoriter,
kilise korosunun başı, inatçı bir karakterdir.
Bir
Rus, bir İtalyan, bir İngiliz ve Temel adaya düşmüşler diye
devam edip sizleri gülümsetmek isterdim. Yine gülümseteceğim
gerçi. Ama bu, bir fıkranın sonucunda oluşmuş bir
gülümseme olmayacak. Bir şeyi anlamanın verdiği o hoş
hissiyatın gülümsemesi olacak.
Başrolünü
bu üç çocuğun oynadığı hikayemizde çocuklar, adada bir yaşam
savaşı vermeye başladılar. Normal bir vakitte çocukları evde başıboş
bıraksan, bir saat sonra evi bile yerinde bulamayabilirsin. Burada
bir adadan bahsediyoruz. Ne olabilir sizce?
Alt tabaka, orta tabaka ve
üst tabaka olarak bir hiyerarşi kurmaya başladılar. Bunu yapaken
insan doğasının bir sonucu mu olduğunu yoksa hiç farkında
olmadan gelişmiş bir şey mi olduğunu ilk başta pek
anlayamıyorsunuz. Çünkü o kadar akışında gidiyor ki her şey, olmaz dediğiniz şeyler anında oluveriyor.
Düşünsel
kararların insanı Ralph ve fiili kararların adamı Jack arasında
bir uyuşmazlık çıktı. Ralph, adanın yüksek kesiminde bir
ateş yakılması gerektiğini, böylece de bir gemi gelirse onları
görüp kurtarılabileceklerini söyledi.
Jack
ise, et yemeleri gerektiğini ve domuz avlamak istediğini belirtti.
İçindeki vahşi kimliğin sınırlarını zorlamaktı bu yaptığı.
Şef olmak, dinlenmek ve güçlenmek istiyordu.
Bu tartışmalarda, daha doğrusu toplantılarında, ellerinde borazan olarak da kullandıkları büyükçe bir deniz kabuğunu tutuyorlardı. Bu deniz kabuğu kimin elindeyse, o kişi ayağa kalkıp düşüncesini sesli olarak dile getiriyordu. Diğer herkes de onu dinliyordu. Tıpkı demokratik bir toplumda olması gerektiği gibiydi her şey.
Bu tartışmalarda, daha doğrusu toplantılarında, ellerinde borazan olarak da kullandıkları büyükçe bir deniz kabuğunu tutuyorlardı. Bu deniz kabuğu kimin elindeyse, o kişi ayağa kalkıp düşüncesini sesli olarak dile getiriyordu. Diğer herkes de onu dinliyordu. Tıpkı demokratik bir toplumda olması gerektiği gibiydi her şey.
Ada içerisinde, çocuklar arasında bir canavar olduğu yönünde söylemler dolaşıp duruyordu. Bazıları onu gördüğünü bile söylüyorlardı. Dağ tarafına çıkıp baktılar. Gerçekten de bir canavar vardı. Ancak korkup kaçtıkları şey, sırtına paraşüt bağlı ölü bir adamdı. Paraşüt rüzgarda havalandıkça, canavarın da gün yüzüne çıktığını düşünüyorlardı. Olmadık bir şeyden kendilerine bir korku yaratmışlardı. Şunu unutmayın ki; korku bir illüzyondur.* Eğer size onu çok güzel bir şekilde sunarlarsa, yapacak hiçbir şeyiniz yok. Onu orada görmek istemeseniz dahi o her zaman orada olacaktır. Çünkü binlerce, milyonlarca insan, onun orada olduğu kanaatini getirmiştir bile. Herkes inanırken neden bir anda ortaya çıkıp o yokmuş gibi davranacaksınız? Neden sivrilmek isteyesiniz ki sıcacık kabuğunuzun içinde güvendeyken(!)
Olay örgüsüne geri dönelim. Zaman
içerisinde Ralph; doğruluk peşinde koşan bir lidere dönüşürken,
Jack; kendi sistemini kurmaya çalışan, yüzüne sürdüğü
boyalarla asıl benliğini örten bir lider haline dönüştü. Adadaki
demokratik ayrışma da bir anda; alt sınıfın kullanıldığı,
orta sınıfın arada kaybolduğu ve üst sınıfın kendi emelleri
uğruna savaştığı bir sisteme dönüştü. Tabi bu sistemin
çarkçıbaşları sadece Ralph ve Jack değillerdi. Evet, her ikisinin
de iyi ve kötü yanları vardı ancak yanındaki insanın da, bireyin
kişiliğini belirlemede ne kadar önemli olduğunu burada net bir
şekilde görebiliyoruz.
Ralph’in
yanında Domuzcuk vardı. Bugünün aydın insanını temsil eden,
sadece dış görünüşü farklı olduğu için faşitlerce dışlanan
ancak fikirlerine önem verilmesi gereken kişi. Ralph ne zaman
şefliği bırakmak istese Domuzcuk hemen yanı başında bitiyor ve
savaşması gerektiğini, eğer Jack başa geçerse her şeyi ve
özellikle de kendisinin sıhhatinden endişelendiğini belirtiyordu.
Jack’in
yanında ise Regor var. Saf kötülüğün vücut bulmuş hali.
Jack’in kulağına ne yapması gerektiğini fısıldayan, ancak
kendisi asla ön planda olmayan o yeraltı karanlığından. Bugün
de öyle değil mi? Siyasi olayları dikkatli inceleyin. Olayları
gerçekleştirenlerden daha çok arka taraflarda birileri vardır
ellerini ovuşturan, dudaklarından az önce zehirli kelimelerin
aktığı.
Bir
de Simon var. Ragor neyse, onun tam zıttı. İçsel benliğini
bulmuş olan Simon, adada canavarın olduğuna inanmayan tek kişi.
Ancak ne yazık ki böyle bir sistemin içerisinde tutunamıyor.
Hangimiz tutunabiliyoruz ki?
Sineklerin Tanrısı'nı analiz ederek okursanız, günümüz dünyasının nasıl bu hale
gelebildiğinin küçük bir prototipini okuyabilirsiniz. Adayı bir
dünya olarak düşünürsek, içerisinde milyarlarca fikir, düşünme tarzı,
konuşma şekli olan insanlarla dolu. Kendi
fikirlerimizin kölesi olmak ve kendimize köleler bulmak yerine
herkes birinin dinine, diline, ırkına, tercihlerine saygı duysa,
her şey çok daha farklı olabilirdi.
Çok
sevdiğim bir kitapta şu söz geçer: “Bilinç seviyesi ne kadar düşerse fanatiklik de o ölçüde artar.”** Eğer
siz bir şeye körü körüne bağlanır ve onun peşinden
görmeyen gözlerle giderseniz bir fanatik olursunuz.
En yakın
gözlemleyebileceğiniz şey, futbol fanatikleri. Objektif ve hissiz
bir şekilde uzaktan izleyin onları. Ne için bu kadar heyecanlılar?
Takımları gol atağında olduğu için. Peki hiç tanımadığın
bir insanın gol atağında olması onların hayatlarında nasıl bir
değişime yol açacak? Mutlu olacaklar. Tamam, peki sonra? Senin
fikrine, zihnine, bilincine bir fayda etmeyen, sadece ani mutluluklar
veya karşı takıma zarar verirken hissettiğin öfke duyguları
senin hayatında ne işine yarayacak? Hani dersteyken bazı saçma
bulduğumuz konular için hocaya ‘hocam bunu hayatta nerede
kullanacağız?’ diye soruyoruz ya. Hah işte bu soruyu, böyle
durumlarda kendimize sorsak, belki bazı şeylerin farkına varıp ne
yaptığımızın, nereye gittiğimizin yanıtını kendimize
verebiliriz.
Bilincinizi
daima yüksek tutun. En yakınınız dahi size bir bilgi verse,
-dedikodudan bahsetmiyorum, bu tür bilgilerle zihninizi kirletmeniz
tümüyle bilinçdışı zaten-, daima başka bir kaynağa yönelin ve
okuyun inceleyin sentezleyin sonunda da kendi yorumunuzu ortaya
koyun. Her şeyi bilmek zorunda değilsiniz ancak önünüze çıkan
bilgileri elinizin tersiyle itip, başınızı başka insanların
özel yaşamını izlemeye gömerseniz, hayattaki rolünüzün, bu
adadaki şeflerin altında kalan korkmuş küçük çocuklara
benzediğini inkar edemezsiniz.
Tekrar
söylüyorum.
Bilmek
zorunda değilsin.
Ama
öğrenmek zorundasın.
---------
*Korku gerçek değildir. Yarattığın düşüncelerin bir ürünüdür. Beni yanlış anlama. Tehlike tümüyle gerçek. Ama korku bir seçimdir. -Will Smith
*Korku gerçek değildir. Yarattığın düşüncelerin bir ürünüdür. Beni yanlış anlama. Tehlike tümüyle gerçek. Ama korku bir seçimdir. -Will Smith
**Fedailerin Kalesi: Alamut | Vladimir Vartol, sf.268
Yorumlar
Yorum Gönder