Mucize ve Semaver (Bugün Biriyle Tanıştım #1)




Mucize ve semaver kelimelerini bir arada kullanacağımı daha önce hiç düşünmemiştim.

Uzun zaman oldu kalbimin beni yönlendirmesiyle yaşamaya başlayalı. Hatta öyle ki onu dinlemediğim zamanlar başıma gelmeyen kalmamıştır. 
 
Yine öyle bir günde, olağan sakinliğim ve iç sıkılmışlığımla ders notlarımı temize geçirirken gözüm bir anda saate gitti. Sabahın dokuz kırkıydı. Kalbimin kulağıma fısıldadı şey ise, dışarı çıkmam gerektiğiydi. 

Pencereye çevirdim başımı. Aralık ayının sonunda, muhteşem güneşli bir gündü. Bir daha böyle bir günü zor bulabileceğimi düşünüp kalktım masadan. Nasılsa sınavlara daha vardı. Notları her halükarda temize geçirebilirdim ancak bugünü kaçırısam, telafisi olmazdı.

Hızla giyinip dışarıya attım kendimi. Güneşe aldanmayın, diye hikaye paylaşmıştım. Çünkü sadece paltom ile çıkmıştım dışarıya. Geriye dönüp boyunluğumu ve yarım parmak eldivenimi almak zorunda kaldım. 
 
Minibüse bindim ve sekiz senedir geçtiğim yollardan bir kez daha geçtim. Sahile indiğimde, mama alıp kedileri beslemeyi ihmal etmedim. 
Biraz daha ilerledim sahil boyunca. Aklımda olan planın geçerliliği yavaş yavaş suya düşüyordu çünkü ‘Bugün Biriyle Tanıştım’ serisini devam ettireceğim kişi orada yoktu. 

Tam orayı geçip gideceğim sırada, onun karşıdan geldiğini gördüm. Alışveriş sepetinin içini doldurmuş, süre süre geliyordu. 

O an hiç umursamadan çekip gidebilirdim. Ama içimdeki ses, kalmam gerektiğini söyledi. Ben de kaldım. 
 
Semaverci abi tezgahını kurarken onunla sohbet etmeye çalıştım. Zevkle yanıt veriyordu ancak pek konuşkan biri değildi. Ancak siz soru sorarsanız konuşuyordu. 

Cumaya gideceğini ve o cumadan gelene kadar semavere ve tezgaha sahip çıkıp çıkamayacağımı sordu. Ne yalan söyleyeyim bunu kabul etmemin sebebi, onunla konuşmak için fırsat kolluyor oluşumdu. Gerçi normalde de isteseydi kabul ederdim. Ancak o gün içten içe bu sebebin formuna bürünmüştüm. 

Semaveri kurup ateşini yakmaya çalışırken onunla sohbet etmeye başladım.
 
“Her gün geliyor musun buraya?”

“Her gün buradayım.”

“Kar kış?”

“Valla yağmur da yağsa kar da yağsa ben hep buradayım.”

“Yağmur yağdığında bunu nasıl koruyorsun?” diye sordum semaveri göstererek.

“Ağacın altında açıyorum bu sefer. Orada bekliyorum. Şurada bir oturak vardı. Alıp götürmüşler. Oturağı çekiyordum, orada yapıyordum.”

“Kaç senedir bunu yapıyorsun?”

“6-7 senedir buradayım.”

“Buralı mısın?”

“Evet, 90’dan beri.”

“Ondan önce neredeydin?”

 
“Erzincan’da.”

“Direkt buraya gelmen güzel olmuş.” 

“Ben memurdum. Piyade okulunda çalışıyordum. Emekli oldum. Emekli olunca da geldik bu işi yapmaya başladık işte. Yapacak başka bir şey olmadı.”

“Güzel bir emeklilik değelendirmesi.”

“Yani, en azından öyle. Ben zaten rahatsızım. Beyin kanaması geçirdim. O yüzden böyle burada moral buluyorum. Kafamı dinliyorum. Rahat oluyor.”

Bana semaverin altını nasıl yanık tutacağımı öğretti. Gelirken yanında koca bir torba tahta parçaları getirmişti. Onlardan ayıklaya ayıklaya semaverin altını harlıyordu. 
 
“Abi bu odunlar yetiyor mu?” diye sordum bir tahta parçasını çividen ayırmaya çalışırken.
“Akşama kadar yetiyor onlar. Yetecek şekilde getiriyorum zaten.”

Çiviyle birbirine takılı tahtaları bırakmamı istedi. Kayalıkların oraya balta bırakıyordu ancak biri onu oradan almıştı. 
 
“Nereden görüyorlar bu koca yerde?” diye hayret ettim. 
 
“Görüyorlar, görüyorlar. Adam öyle bir bakıyor ki.”

“Bu işi yapmak nereden esti peki?”

Gülümsüyor. "Valla, bir gün buraya çay içmeye geldik. Semaver burada duruyor. Gelen içti, giden içti. Dedik iyiymiş.” Gülmeye başladı. “Ondan sonra bu işe başladık"

O sırada Ahmet dede geçiyor yanımızdan. Semaverci abi, kal otur, diyor ona. Yaşlılığın ağır yükünü omuzlarında taşıyormuşçasına oturuyor banka. 

“Ahmet amca da gelir gider buradan.” dedi semaverci abi. “O da emekli benim gibi. Geliyor, oturuyor, muhabbet ediyoruz, zaman geçiyor.”

“Tanıyorsun herkesi burada.”

“Tabi tabi ya.”

Ahmet dede başını kaldırıp bana baktı. “Hanım kızımız sizlerden mi?” diye sordu. 
 
“Yok yok burada tanıştık. Öğrenciymiş. Cumaya gideceğim ya bir bak dedim, sağolsun bakarım dedi.”

“Maşallah.” dedi dede. “Memleketin neresi hanım kızım?”

Söyledim. 
 
“Orada da yapılıyor semaver.” dedi semaverci abi.
 
“Pek gitmediğim için bilmiyorum.” 
 
“İnsan memleketine gitmeli, değil mi Ahmet amca?”

“Tabi ki.” diye destekledi Ahmet dede.

“Ama ben de on beş senede bir gidiyorum.” dedi semaverci.
 
Güldük. 
 
O sırada kedilerin peşinden koşturan küçük Çınar’ın ayakkabısının ucu mazgala sıkıştı. Sahil, onun ağlamaları ile dolarken ailesi, gülücükler içinde onu sakinleştirmeye çalıştı. Yüzümüzde bir tebessümle izledik onları. 

Kedinin peşinden giderken yaşadığı talihsizliğin hüznünü, yine kedi görerek defediyor küçük Çınar. Henüz küçük olduğu için, büyükleri gibi, sevdiği şeyin peşinden koşarken bir olumsuzluk yaşadığında hemen pes etmiyordu. Yine gidiyordu üstüne. İnatla ve istekle.

Sessizlik içerisinde işimizi yapmaya devam ettik. Semaverci abi ateşi yelliyor, ben ise odun parçalarını ayıklayıp yanına getiriyordum. 
 
“Demlenmedi mi çay?” Kendisini görmeden önce sesini duydum. Semavercinin birkaç dakika önce bahsettiği o iki kadın geçiyordu yanımızdan. Geçen cuma günü de onlar bakmışlardı semavere. Selamlaştık birbirimizle. Ortak bir alanda buluşan iki yabancıydık. Lakin basit bir semaver, bizi yaklaştırmıştı birbirimize. 
 
“Bu hafta da bu kızımız kalacak.” dedi. 
 
“Kızın mı?”

“Yok burada tanıştık. Öğrenciymiş kendisi de.”

“Tamam, dönüşte geleceğiz.” dediler ve gülümsemeler eşliğinde yanımızdan ayrıldılar. 
 
“Her cuma geliyorlar böyle.” dedi semaverci, onlar gidince. 
 
Semaverci abi namazına gitti ve tezgah bana kaldı. 
 
İlk siftahım için müşteri geldi birkaç dakika sonra, ancak çay daha olmamıştı. O soran kişinin benim asıl nasibim olduğunu bilmeden, kibarca, çayın daha olmadığını söyledim. Geri döneceğini söyledi. İçten içe o da biliyordu sanki. 

Bir yandan semaverin altını düzenli aralıklarla odun parçalarıyla doldururken, diğer yandan da çevremi izliyordum. Uyuklayan kediler, sahipleriyle birlikte geçen köpekler, yürüyüşe çıkanlar, meraklı çocuklar ve mis gibi deniz havasıyla, oldukça mutluydum. Ruhum yabancılık çekmiyordu. Olmam gereken yerlerden birindeydim. Kader, doğal işleyişini sürdürüyordu.

Çok geçmeden ilk siftahımı yaptım. İlk gelen adam yeniden gelmişti. Onun çayını verdikten sonra iki kişi daha geldi. Birine kahve, diğerine çay verdim. Tezgahın karşısında duran iki banktan birinde adam, diğerine de sonradan gelen iki kişi oturdu. 
 
Böyle mutlu mesut göründüğüme bakmayın. Rüzgarın tersinde kalıp, dumanın gözlerinize vurmasıyla birlikte büyük bir acı hissedebiliyorsunuz. Eğer benim gibi aynı hatayı sürekli olarak yapan biriyseniz, bu acıyı defalarca hissedeceğinizden şüpheniz olmasın.

Yürüyüşe çıkan o iki kadın geldi yeniden. Çay istediler. Ancak kağıt bardaktan içemedikleri için kendi bardaklarını yanlarında getirmişlerdi. Onların çayını dolduruken semaverci abi çıkageldi nefes nefese. 
 
İşi çırağından devraldıktan sonra hemen bir çay koydu bana. O sırada birisi omuzuma dokundu. Kadınlardan biri bir parça simit uzattı bana. Normalde ikram edilen şeyleri geri çevirme gibi bir huyum vardır çocukluktan kalan. O anda onu hiç düşünmedim. Öyle bir mutlulukla alıp yedim ki sanırım uzun zamandır yediğim en iyi öğündü. Tadı, gerçekten inanılmazdı. Ve farkındaydım ki bu tadı inanılmaz yapan şey, bulunduğum bu sıcak ortamdı.

Gelen geçen birbirine selam veriyor, hal hatır soruyor, gülümsüyor, birbirini tanımayanlar dahi şakalar yapıp eğleniyorlardı. 
 
Her şeyin ve herkesin sahte olduğu, sırtında onlarca bıçak darbesiyle gezdiği, hırsların, aldatmaların, ayak kaydırmalarının ancak distopya olarak hayal edilebileceği bir dünyadaydım sanki. Saf, temiz ve huzur dolu. 
 
Çayımı içip simidimi yedikten sonra ilk müşterim olan abiyle sohbet etmeye gittim. Çünkü semaverci abinin ağzından laf almak biraz zordu. Beni yanlış anlamasını istemediğim için de zorlamadım. Ve bana açılan yeni kapıya yöneldim.
 
Yaklaşık bir saat sonra, herkes gittikten sonra, semaverci abi ile banka oturduk. 
 
“Böyle çok garip oluyor. İnsanlar gelip konuşuyor ya seninle kırk yıllık arkadaşmış gibi. Garip bir güzelliği var.” dedim üşüyen ellerimi ovuştururken.

“Ben devamlı burada olduğum için aramızda bir iletişim oluyor. Gelen geçenin de nereden gelip nereye gittiğini az çok biliyorum.”

O sırada oldukça ilgi çekici bir çift geçti oradan. Orta yaşlarda, oldukça tatlıydılar. Adamın saçlar kırlaşmıştı. Kulağının arkasına sıkıştıralabileceği kadar uzundu. Kadın ise geniş çerçeveli bir güneş gözlüğü takmış, hafif yünlü bir şapka geçirmişti başına.
 
“Kolay gelsin. Kaçı kar kuruş bunun?” diyerek balonları işaret etti adam. 
 
Semaverci yanıtladı. 
 
“Atayım o zaman.” dedi.

“Vurabilecek misin?” diye takıldı semaverci.

“Valla ben de bilmiyorum. Vuramam da. Acaba vurabilir miyim? Birini sen at birini ben.” dedi eşine. 
 
“Yok.” diyor eşi. “Ben on beş sene oldu atmayalı.” 
 
İlgimi çekiyor bu sözü. 
 
Semaverci, artistlik bir hareketle bakmadan bir balonu vurdu. “Bakmadan da vuruyorum.” dedi. 
 
Kadın güldü. “O da bir mağrifet.”

“Peşin vereyim, vuramazsam kaçarım.” dedi adam. K harfini, g olarak kullanıyordu ve bu da konuşmasını daha da sempatik bir hale getiriyordu.

“Sen kaçmazsın.” dedi semaverci ve nişan almasını öğretti.

Birde bir attı. 
 
“Vurduk la.” 
 
İkide iki yaptı ve atış hakkı bitti.

“Bir de bununla deneyeyim.” dedi ve kemerinde takılı duran silahını göstererek. Hepimiz bir kahkaha attık. “Bir de bununla sıkıyım n’olur.”

“Senin atışın var, belli.” dedi semaverci gülerek. 
 
Adam, tam gidecekleri sırada eşine, sıkmak isteyip istemediğini sordu. Belli ki onun da içinde vardı. 
 
Adam, az önceki davranışlarını açıklamak istercesine, “Hanım da emniyetten emekli ben de oradan emekliyim. Bak ben vurdum.” dedi eşi tüfeği omuzuna dayarken. 
 
Birde bir yaptı. 
 
Adam ondan daha mutlu bir şekilde, “Aferin la.” 
 
İkincisi boşa gitti. Bu sefer adam, hepimizden daha üzgün bir ses çıkardı. Tabi yıllarca süren birlikteliklerde, bir yerden sonra ortaya çıkan dalga geçme kahkahasını da atmaktan geri kalmadı. 
 
Üçte iki yaptı. 
 
“İş var, gördün mü?” dedi semaverci.

“Biz Mardin’deyken bir tane keleş aldık. Gittik otomatiğe ayarladık. Guurtt etti. Seri.” dedi silahın ateş alma sesini taklit ederek. “Hadi kolay gelsin.” 
 
Yanımızdan ayrıldılar. Birkaç dakikalığına renk kattıkları için minnettar bir şekilde arkalarından baktım. 
 
Atış yapmak için gelen birkaç kişinin ardından daha fazla rahatsızlık vermemek adına veda ederek ayrıldım semavercinin yanından.
 
İşte günüm böyle geçti işte. 

Hiç aklımda yokken dışarı çıkma isteğim.

Peşi sıra gelen mucize.

Başarısızlık hissi.

Eğlence.

Yeni bir kapı.

Ve son. 
 
Aslında bir son değildi. Yeni şeylerin başlangıcıydı tüm bu yaşadıklarım. 

Kıssadan hisse çıkarmayı, yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var, demeyi çok seviyorum Ataol Behramoğlu gibi.
 
Ne mi öğrendim? 
 
Size söyleyeyim. 
 
Kalbimin sesine güvenmeyi bir kez daha öğrendim.

Çabaların sonucunda bir şey olacaksa mutlaka olacağını ve bunu kimsenin engelleyemeyeceğini öğrendim.

Denemekten asla vazgeçmemeyi öğrendim. O kapıyı açmak istiyorsan orada durmasını da bileceksin. Zaten olmayacak, diyip çekip gidersen, ne kaybettiğini asla bilmeyeceksin.

Karşıma farklı engeller çıktığında onlarla güzel vakit geçirmeyi öğrendim. 
 
Önemli olanın, sofranda ne olduğu değil, neyin nasıl olduğunu öğrendim. Eğer bir parça simit beni bu kadar mutlu ediyorsa, sahip olduğunuz herhangi bir şey sizi çok daha mutlu etmeli. 

Şükür, şükür, şükür. 

Bir başka BBT serisinde görüşmek üzere... 




Yorumlar

Popüler Yayınlar